“Nereye gittiklerini biliyor gibiler Omelas’ı bırakıp gidenler.” Ursula K. Le Guin hikâyesini bu sözcüklerle bitiriyor. Nereye gittiklerini biliyorlar demiyor. Uzun vadeli hedefler koymuşlar, master planlar yapmışlar ve bu planlar doğrultusunda yollarını milimi milimine şaşmaz bir doğrulukta saptayıp yola koyulmuşlar demiyor, “nereye gittiklerini biliyor gibiler” diyor.
Yazarın çok sevdiğim hikâyesi 10 yıldır çalıştığım şirketimden ayrılmaya karar verdiğimde aklıma geldi durup dururken. Ne ne yapacağıma, ne de nasıl yapacağıma karar vermiş değildim. Karar vermeye niyetli miydim o bile şüphe götürür derecede belirsizlik arz ediyordu.
Gizemli tekniklerle çağırıp peşine düştüğüm hayallerim. Beni kapılarda bol sıfırlı sözleşmelerle bekleyen şirketler de yoktu ufukta. Peki, ne olmuştu da yıllar boyu oturmaktan sırtımın şekline uyum sağlamış koltuğumdan kalkma ihtiyacı duymuştum. Ne olmuştu da işyerimin bildik kokusunu, bilgisayar kontrollü klima sistemini, çay arabasının sesini, aybaşlarında sekmeden yatan maaşımı, gözlerim kapalı takip edebildiğim servis güzergâhımı geride bırakmayı seçmiştim.
Bu sorulara bir yanıtım olmadığını bana neden gittiğimi sordukları zaman anladım ve anlatmaya çalıştım ki bu tür kahramanlıkları yapanların her zaman bir hazırlıkları yoktur. Dağarcığımda birşeyler olduğunu biliyordum belki, ama çıkınımdakilerin ne kadar ettiğini ve geçeceğim diyarlarda geçer akçe olup olmadıklarını bilmiyordum. Yolculuğun ne kadar süreceğini bilmediğim gibi.
Daha önce çok daha emin ve varlıklı gibi görünen kervanlara neden katılıp gitmediğini bilmediğime göre şimdi “tığ-ı teber, şah-ı merdan” meydana çıkmayı neden istediğim sorusuna en makul yanıtı şu soruda buldum. Bilip bilmediğini bilmediği durumlarda insan, biliyor gibi yapmalıdır değil mi?
(Bazen biliyor gibi olmak, sadece bilmenin geçer akçe olduğu kalabalıklarda kendinize olan inancınızı sorgulatan bir cehennem alevidir. Bazen biliyor gibi olmak, hayır! Biliyor olması için gereken dayanaklara sahip değil diye düşünen kanıt tutkunları için yutulması mümkün olmayan bir demir leblebidir. Bazen biliyor gibi olmak…)
Hikâyede Omelas alabildiğine güzel sokaklarında mutluluk ve huzurun eksik olmadığı, tarlaları bitek, insanları sağlıklı bir şehir olarak tasvir ediliyor.
Bu refah ütopyasının bazı sakinlerinin neden gittiklerine ilişkin en kuvvetli bilgi Omelas’ta bir bodrumda yaşayan alabildiğine ihmal edilmiş, perişan durumdaki çocuk imgesi ile ilişkili. O çocuğa en ufak bir ilgi gösterirseniz (ki ilgi ile el bebek güle bebek şımartmayı anlamayın) uzanıp gözünün yaşını silseniz, başını okşasanız belki bir yudum lezzetli bir şey içirseniz işte bu kadar bir şey yapsanız Omelas’ın o tasvir edilen muhteşem güzelliğinden ve refahından eser kalmayacaktır. Omelaslıların bereketli toprakları, sağlıklı yaşamları ve zenginlikleri için ödemeleri gereken bedel o çocuğun varlığını bilerek ve onun varlığına kulaklarını tıkayarak yaşamaya devam etmeleridir.
Gerçek iş yaşamında bu çocuğun temsil ettiği imgenin, yeni bir işe girdiğiniz vakitler içinizde taşıdığınız çocuksu, nedensiz mutluluk durumuna benzediğini sanıyorum.
O çocuk, boynu bükük ve mutsuz bir yaşama mahkûm olduğunda yapmanız gereken şey yavaşça yanına çömelmek ve gözlerine dikkatlice bakmaktır. Göreceğinizi düşündüğüm ifadeye bir isim veremem ama orada durduğu sürece Omelas’ın görkemi ve cennet gibiliğinin bir pul etmeyeceği olduğu kanaatindeyim.
İçinizdeki çocuğun komşu bahçedeki eriklere içi sızlayarak bakmaya başladığını, gözünün olur olmaz şeylerden ıslanır olduğunu farkettiğinizde, bir gönlünü alayım şu çocuğun dediğiniz vakit dikkatli olun. Bu hareketiniz nedeniyle sizin Omelas’ınız da benzer şekilde tarumar olacaktır.
Yukarıda gittim, nasıl gittim falan demek üzereydim lafı dolaştırmadan önce, bıraktığım yerden devam edeyim. Giderken dönüp arkama baktım. İçeride kalanların çoğunun durumu “hazırım haberim yok” şeklinde özetlenebilirken, gidenlerinki de “hem ağlarım hem giderim” ile “Viran olası hanede evlad-ı iyal var.” Arasında sıkışıp kalmıştı.
Bırakıp gidenlerin arasına katılırken şunları düşündüğümü anımsıyorum en son:
- Belki Omelas’ı bırakıp gidenler’in bir kısmı “aman ne iyi ettik yola çıkarak, iyiki de gitmişiz” demeyeceklerdir. Yol uzun, gece soğuk, azık yetersizdir çünkü yol boyunca.
- Belki, “bir önceki hafta yola çıksaydık şimdi bu fırtınaya tutulmayacaktım” diyenler olacaktır.
- Daha fazla hazırlanmalıydım; yazlık, kışlık kıyafetlerimi, mataramı, şemsiyemi, kaleidoskobumu, pusulamı yanıma aldım gerçi ama dürbünümü sefer tasımı, tarağımı ve el kremimi de geride bıraktım. Diyecektir bazıları. Ne zaman tam hazır olacaklarını bilemeden.
- Bazıları da ayvanın sarısını, gülün kırmızısını daha yakından görecekleri bir patika bulacaklardır buna inanın. İhtiyaçları olan sözcükleri daha çok duymanın hazzını yaşayacaklardır yol boyunca. Arkalarından “-güzel yürüdü şimdi Allah için” denildiğini bilerek ve nihai yürüyüşün hakikate ve hakka olduğunu bilerek insanoğlunun hak arama savaşında gönüllü bir geri çekilmeyi kendilerine mırıl mırıl anlatmayı tercih edeceklerdir olsa olsa.
Akıllarından ne geçerse geçsin hepsi, geçtikleri yerleri Omelas’ın hafızalarına kazınan görüntüsü ile karşılaştırarak ilerleyeceklerdir uzun bir süre. Daha yeşil, daha bitek veya kum gibi çorak kıyaslamalarını kafalarında çevirerek, öylece yürüyüp gideceklerdir.
Arkalarında gölgelerinden başka birşey götürmeden.
Salih Turhanlar
15.10.2007
sturhanlar@gmail.com
(*)Omelası Bırakıp Gidenler, Ursula K. Le Guin’in “Gülün Günlüğü” Kitabının birinci hikâyesidir. Makaleyi hikâyeyle birlikte okumanızı öneririm. İsterseniz önce birini sonra diğerini okuyun ama şu “Omelas’ı Bırakıp Gidenler”i bir okuyun derim.