İnanıyorum ki bir gün, bir şey beni çok mutlu edecek.
Bir duvar yazısından
İç sıkıntısı denen illet günümüz insanının yaşamına musallat olmuş bir karabasandır. Yaptığı işten mutsuz olmak özellikle günümüzde insanların yakalarına yapışmış bir ifrittir. Yediğinden tat almamak, içtiğinin keyfini çıkaramamak acılar dünyasından seçilmiş yedi beladan bir tanesidir. Durumundan hoşnut olmamak tanıdık, bildik bir ruh halidir ki “tanrı düşmanımızın başına vermesin” dememize rağmen, başımızdan bir türlü atamadığımız seçmece bir Çin işkencesidir.
Sıkıntı o kadar umutsuz bir derttir ki Lokman Hekim’in zamanından beri kullanılan; uykusuz geceleri, kaygısız gecelere çevirmesiyle nam salmış, sarı kantaron’un çaresizlikten dizlerini dövdüğü, duaların teslim bayrağını çektiği, muskaların doz aşımı nedeniyle yastık altlarından, kapı eşiklerinden geri çekildikleri bir umarsız illettir.
İnsan evlatlarının aralarında çok radikal fikirler de bulunan birçok çözümü geliştirmesi ve içim sıkılıyor, fenalık bastı gibi durumlarda hemcinslerine uygulamaları hiç de şaşırtıcı olmamıştır. Sıkıntı hadisesinin asıl faili olarak gariban hormonları tutuklamayı kafaya koyan modern tıbbın (gelişen pazar fırsatını da kaçırmayarak) Prozac’tan Lustral’e onlar olmadı Cipralex’e bütün silahlarını bu masum iki sözcüğe çevirdikleri bilinmektedir.
Günümüzde çalışma yaşamına ilişkin risklerin de modernleştiği ve avam sözcüklerle ifade edilen problemlere rağbet edilmediği aşikardır evet ama şu klişe depresyon lakırdısı o canım “iç sıkıntısı” ifadesinin yerini alabilir mi sorarım size?
Eğitimlerde arkadaşlarımla konuştuğumuz ve test ettiğimiz bir olgu var. İşyerinizde her zamanki ritminizden biraz daha yavaş yürürseniz çevrenizdeki insanlar “hayrola bir şeyin mi var?” falan diyorlar. Telefonunuz siz masanızdayken çalarsa ve açmazsanız, size yakıştırdıklarından daha çok veya az konuşursunuz da durum böyle oluyor. Filan iyi değil diyorlar, neden derseniz de yanıt bilmem oluyor. Ama iyi değil işte. Bir deneyin bakalım, bir gün “neyin var?” diyen bir arkadaşınıza içim sıkılıyor deyin bakalım size nasıl kocaman açılmış gözler, şaşırmış bir ifadeyle bakacak. Hangi enteresan tavsiyeyi kullanımınıza sunacak.
At kafandan gitsin, içini ferah tut falan diyecek beklide bütün iyi niyetiyle. Ama muhtemelen göz ardı ettiği şu ki iç sıkıntısı misafir değil bizim bedenlerimizde, bizzat ev sahibi kendisi. O yüzden kapıyı gösterip kovulduğunu söyleyebilirsiniz ama kolundan tutup kapı dışarı edebilir misiniz? Evet, artık sıkılmayacağım diyebilir misiniz? İşte o çok şüphelidir.
İnsan evladı mağaralarda hayatta kalmaya çalışırken de canı sıkılıyordu muhtemelen. Öyle varsayım olarak söylemiyorum bunu elimde kanıtlarım var. Çatal Höyük’te yaşadığı mağaranın duvarına Hasan dağı’nın patlamasını tasvir eden atamız bunu gelecek kuşaklara ibret olması için değil, can sıkıntısından yapmıştı muhtemelen.
Yaşadığımız anı unutmak için icat ettiğimiz etkinliklere baktığınız zaman yukarıdaki iddiamda ne denli haklı olduğum anlamanız mümkün olacak. Ben elimde hiçbir kanıt olmamasına rağmen vakit geçirmek için kullanılan etkinliklerin (ki büyük kısmını bizzat denedim) çalışan insanlarca, diğer çalışan insanların kaytarmasını sağlamak üzere icat edildiği kanaatindeyim.
Tavla, 4000 yıllık geçmişiyle; Mısır’dan, Çin’e oradan Mezotopamya’ya her dönem insanoğullarının üstünlük kavgasına katkı sağlamak için arzı endam etmiş olan satranç (ki sıkıntılı insanların derdine dert katmak için bulunmuştur sanki?) Deve, at ve kendi coğrafyalarında var olan, akla gelebilecek her tür hayvanı yarıştırmak, hiçbir şey bulamadıkları zamanda kendileri koşturmak benim aklıma gelen faaliyetlerden birkaçı. Ama ne bu yazı insanoğlunun ne denli iflah olmaz bir mutsuz olduğunu kanıtlamak üzere yazıldı ne de benim sazların, sözlerin mucidi, eliyle başka insanları parçalayabilmeyi eğlence sayan, Roma’yı yakan, savaşlar çıkartan genetik mirasımızı reddetmeye gücüm yeter.
Kitaplar, filmler, arkadaş grupları, bulmaca çözme, seyahat, aklınıza gelebilecek her türlü hobi, zaman katili faaliyetler isterseniz birini isterseniz becerebildiğiniz kadar çoğunu seçin işinize yaramaz. Yüce tanrı, insanoğlunun makus talihini kendi kabiliyetiyle aşamayacağını bildiğinden yer yüzünde vakit geçirebilmesi için en büyük potansiyel vakit öğütücüsü olan karşı cinsi de derdest edip beraberinde göndermiştir. Bir cins için bir başka cins olarak kurulan bu düzeni yirmi birinci yüzyıla özgü bir ifadeyle “ne onlarla ne de onsuz” şeklinde açıklamak mümkündür. Biz erkekler kadınlar olmasaydı ne yapabilirdik ki? Keşifleri unutun gitsin, çevrenizde hava atacak bir kadın, ne denli zeki olduğunuzu gösterebileceğiniz bir erkek olmadıktan sonra bir şey icat edip ne yapacaksınız ki? Biz erkeklerin iş, güç dahil toplam yaşamlarında üzerinde daha çok konuştukları bir konu bilen varsa lütfen beri gelsin ve o konu hakkında beni aydınlatsın bir zahmet.
Bu kabilden başvurulan diğer çabalar; arkadaş grupları, spor takımları taraftarlığı, seyahatler hepsi kazara kendimizle baş başa kalmayalım diye düşünülmüş etkinliklerdir aslında. Kendi kendimize başımıza sardığımız halde kurban rolünün bize pek yakıştığını düşündüğümüzden olsa gerek başkalarının üstüne attığımız bu faaliyetler geçici bir ferahlama yaratmanın ötesinde bir işe yaramazlar.
Koşmak istiyor musunuz? Forest Gumb’ın hayatını değiştirdiği gibi herkesin hayatını değiştirebilir koşmak. Sizi daha sağlıklı ve daha mutlu yapabilir. Koşmaya takmış değilim. Herhangi bir başka örnek de koyabilirsiniz yerine, yüzmek, yürümek, karate çalışmak gibi. Taktığım şey koşma fiili ile alakası olmayan hazırlıkların eylemin kendisine engel olması.
Dünyada bir yerlerde çıplak ayakla koşanların bir araya gelip kurduğu dernekler var. Ayakkabısı olmadığı için “ben ne düşüneceğim, görüp de dert edenler düşünsün” deyip sokağa fırlayan bir iş adamının başı çektiği söyleniyor bu oluşumda*. Profesyonel Ağaca Tırmanıcılar Cemiyeti var. Ağaçlara sarılmanın keyfinin yanında bulacağınız envai çeşit meyveleri lüpletmek de cabası. Komşuları “Ahmet Bey, fazla çalışmaktan aklını seyahate çıkarmış” diyecekler diye ağaçlara dokunamayanlar, koşamayanlar da var.
Şimdi şunu sormak istiyorum yeri gelmişken. Bir düşünün bakalım. Nike eşofman giyseniz 100 metre dereceniz değişir mi? Yoksa kendine “hiç koşmadığın gibi koş” gazını verip sokağa fırladığında hiç aklına gelmediği şekilde bir kalp krizi geçirme olasılığınız mı artar?
Kendimizi özgüven fukarası yapmamak adına basit reçeteleri uygulamaya koymayı öneriyorum.
Umudu canlı tutmalıyız öncelikle. Fakirin ekmeği olduğu için değil sadece. Umutlu olmak, umutsuz olmaktan daha kolay ve daha faydalı olduğu için. Umutlu olmak adına sahip olduklarımızın ne kadar çok olduklarını unutmaya eğilimliyiz, bu nedenle hatırlatıyorum canlı tutalım, canlandıralım diye. Umudun canlı olduğu yerde kolay yorulmaz insan, kolay ölmez insan.
Bedenle, zihinle yapılan, yaparken heyecan veren yeni bir uğraş bulmalıyız kendimize. Yeni bir şeyler öğrenmeye devam etmeliyiz. Artık dansa başlayıp salsa’da mı, harmandalı’nda mı karar kılacağınızı bilemem? Bir müzik enstrümanına dadanıp konu komşuyu ne kadar bir sürede intiharın eşiğine getirebileceğiniz ise tamamen sizin kabiliyetinize bağlıdır takdir edersiniz. Fiziki olarak kendini hazır hissedenler bir uzak doğu dövüş sanatı ile tanışıp hem özgüvenlerine ve motivasyonları hem de kondisyonlarına katkı sağlayabilirler. Ne yaptığınızdan çok nasıl yaptığınıza odaklanıp yeni bir şey öğrenmeye başlayın velhasıl.
Ayakta durursam varis, oturursam bel fıtığı olma olasılığım var diyenlerdenseniz size küçük bir gerçeği hatırlatmama izin verin, sıkıntı hali hazırda post mortem kayıtlarda ölüm nedeni olarak yer almıyor ama buna pek güvenmeyin. Yeterince sıkılırsanız sıkıntı sizi gerçekten öldürebilir. İsterseniz iç sıkıntısından muzdarip olanlara sorun.
Salih Turhanlar